Ve ben en az kırk gün kırk gece bir rüyada, suskunluğu içmiştim bir pınarın gözünden doya doya. Şimdi içtiğim bu suskunlukla taşmak vardı çöllere. Yıldızlar bugün ne kadar da parlak. Sanki hiç değil bana ırak! Fezadan yanılıp şaşırıp da burcu burcu bir gül kokusu getirdi burnuma rüzgar. Kuyunun derinliklerinde ben… Omzumda ağır mı ağır bir kalem. Ve sırtımın kamburu elem! Dünya yetmedi ki beni avutmaya. Silik izlere basa basa gül kokusunun kaynağını arıyorum. Sözün kalbinden vurulduğu bir diyarda suskunluk anadilim oluyor. Ve suskunluğundan tanıyorum kalplerde sürgün veren filizleri. Yıldızlar bana umudun ipini uzatıyor. Gece, gözlerimde bağ olsa da ben tırmanıyorum tahammülün elleriyle yukarıya. Ben ne bir kelime dilencisi ne de bir hayal avcısıyım. Ben, bir zemheri bozgunundan sonra aldığım şu gül kokusunu yüreğine kına diye yakanım.
Şafak sökerken bir merhamet yağmuru iniyor göklerden. Ve ben kalkıyorum gömüldüğüm kederin kabrinden. Gökyüzünü kırlangıçlar kucaklıyor çığlık çığlığa… Aşıklar toplanıyor başıma. Sessizliğin okuyla vurulan yüreğimi Leyla hemen sarıyor “sus” tozuyla. Bela ülkesinin sultanından kaçarken vurulduğumu gözlerimin bağını çözünce anlıyorlar. Ey yaş görmeyen gözlerim!Sabır kalesinin en görkemli taşısın. Bırak da bu dayanılmaz güzelliği kalbim tahtında taşısın.
Biz, mumdan bir kayıkta bir ateş denizinde… Aşıklar meclisinde… Bir yanımda Hallac-ı Mansur bir yanımda Nesimi… Mecnun benden geride Züleyha önümde… Nilüferler açıyor köpüren yüreğimde. Şimdi gel gör beni sürdüğün yerde, aşıklar şehrinde, aşıklar içinde…
Onca yolu o uykudayken yürüdüğüme şaşırdı kalem ve indi omuzlarımdan. Baktı gözlerime masum masum… Üstümdeki bu koku… Gül kokusu ama dedi… Gül be şeker, dedim… Durdu karşımda ve güldü elimdeki kalem…