Allah’ım! Ağlarken mağaralığıma, ellerimi açıp bekleyişime mucizeler yolladın. Bir dağ başında yalnızlığıma, uçurum kenarında korkunçluğuma, çöl içinde susuzluğuma ağladım. Hiç sevilmedim derken en sevdiklerinin yolunu çevirdin ocağıma. Sonsuz bir boşluk var şimdi içimde. Duvarlarıma yansıyan bir alev, gecenin karanlığında… Yine kırklı yaşlarımda… Sümbüller açar ağzımın kenarlarında, kendinden kaçanların kendini bulduğu anlarda.
Allah’ım! Ben Hira… En çok da uykularımda. Yine gelecekmiş gibi… Gözüm yollarda. Gecenin gündüzü önüne kattığı o kıvrımlı yollarda… O kutlunun ayağı dağın eteğine değer değmez kulağımı dayardım yere. Ve tanırdım onun ayak sesini. İncitmezdi yeri. Titrerdim o nur yansıyınca duvarlarıma. Bakamazdım gözlerine, kamaşırdı gözlerim güzelliğine. Allah’ım var mıydı ki benden daha mutlu bir dağ parçası o bana uğramışken? Ben ondan sonra hep kıvrandım Allah’ım, kıvrandım cezbeden. Hele o alaca karanlıkta Cebrail de misafirim olunca… Aşıkların meşkini ezber ettim Allah’ım, ezber! Bütün mevsimler geçti duvarlarımdan ama ben onda kaldım Allah’ım.
Ben Sevr… Hani Habibullah’ın dostu ile sığındığı mağara. Emanete sahip çıkamayacağım korkusuyla tir tir titremiştim de o kutlu ses “Korkma, Allah bizimle beraberdir.” demişti. Tevekkülün tadı mı, yoksa duvarlarıma çarpan o güzel sesin hoşluğu muydu beni sarhoş eden bilemedim. Bir örümcek ve bir güvercin arkadaş olmuştu o gün bana da korkumu paylaşmışlardı. O günden beri de yalçın kayalıklarımda, izbe köşelerimde, başımın üstünde yeri vardır bu iki dostumun.
Ben yedi nefesi kalbinde uyutan Ashab-ı Kehf… Üç asırdan fazlaca o yedi uyurun nefesini her gün seyreden mağara… Üstlerini her akşam ay ışığıyla örttüm. Duvarlarım aşındı. Ben yaşlandım ama onlar öyle bir mucizenin güzelliğiyle kaldılar ki koynumda. İçimde zeytinler büyüdü, altımdan ırmaklar yol buldu ama hiç sarsılmadım. Çünkü o yedi cemalin kölesi olmuştum. Gözümü ayırsam onlardan sanki bu aşka ihanet edecektim. Öyle bir mucize… Kalbimde bir yerde… Allah’ım var mıydı ki benden daha mutlu bir dağ parçası o yedi dostun bana uğramışken? Ben ondan sonra hep kıvrandım Allah’ım, kıvrandım cezbeden.
Ben Tur-ı Sina… Hüsn ü cemalin karşısında her zerresini şerha şerha aşkın ateşiyle yakmış ve külünü yedi iklime savurmuş Sina! Musa ile konuştuğunda… Musa ile konuştuğunda Allah’ım! Dilim, ruhum kıvrıldı, aklım yandı, duvarlarım eridi. Allah’ım var mıydı ki benden daha mutlu bir dağ parçası kudretin yamaçlarıma uğramışken? Ben ondan sonra hep kıvrandım Allah’ım, kıvrandım cezbenden.
Allah’ım! Ben Mevlid-i Halil… Bir sabah şehirden yükselen çığlıklarla uyandım öyle sefil. Ah, putları devrilesice Nemrud! Duvarlarımda bir keder, bir ümit dolaşıyordu yuva yapmak için yine… Yılanların uykusunu kaçıracak bir sancıyla yaklaşıyor işte bana Uşa! Karnı burnunda… Uşa sancılandıkça ben sancılandım, eğilip ellerinden tuttum, ay ışığını kapıdan içeri aldım. Bebeğini bende bırakınca Uşa, anne mağara oldum. Sarıp sarmalıyordum onu. O kutlu bebeğin her parmağından bir cennet şerbeti emdiğine şahit tutuldum. Ne bereketliydi her taşım o misafir hatırına. Ve ben, seçilmiş bir mağara…
Ben Kozan Dağları’nda, şu kırk keşişle sohbete dalan Mevlana’ya şahit mağara… Keşiş Mağarası… “Beni unutmadın ya Allah’ım, beni unutmadın!” diyor içim yana yana. İçimden konuşuyorum şimdilerde, sesim çıkmıyor! Bir Sen duyuyorsun beni Allah’ım! Dağın karnında bir mağara… Okyanusun burnunda bir mağara… Ne hükmü var ki artık? Uykuda, boğazımda… Kalbimin boşluğunda, işte şurada mağaralardan bir mağara… İlahi aşkın izleriyle sesi döner durur duvarlarında.