Nefesim kesildi ey tabip! Öyle bir tokat yedim ki gönlüme, tüm düşlerim döküldü. Bana bir em yok mudur ey tabip heybende! Sanki bir mezar bekçisiyim bu şehirde.
Gözlerim gömüldü yola. Şu sineme bir neşter vur da içindeki cerahat aksın suya. Bak gelenlere… Kelimeler yavaş yavaş birikiyor mezarım başına. Kalem, yarım yamalak topluyor duamı. Hele bir deyiver iki gözüm derdimi de şu iki cihanımı aydınlatıver. Ama mutluluğu çıkar heybenden önce. Büyüteyim avuçlarımda onu ninnilerle. Yetmez mi bunca hasretim ona. Söyle de sevineyim. Ne susuyorsun, konuşsana ey tabip? Sırtımda bir ceset taşırım, dolanırım dağ dağ da bulamam gömülecek bir yer. Bir suya bakarım bir yola bir de asumana. Bir ferman buyur da kapansın bu içimdeki yara, gözlerimdeki uçuruma olsun bir dayanak. Bu gözler ki bana en katı zulmü eder. Kapatırım gönül mülküne günah, açınca ederim her gün ah! Ben de herkes gibi şeker ezeyim bu “dilde”. Yaz tabip derdime, Zühre beni beklemekte! Babil Kuyusu’nda baş aşağıyım nicedir. Çıkar işte beni Zühre’me, Zühre beni beklemekte… El ver bana ey tabip!
Azizim. Sabır, sabır… Bunca derdi veren gönül mülkünde elbette eder hükmünü beyan. Anladım ki geceleri uykularınla köşe kapmaca oynarmışsın. Uykun, seni bu Babil Kuyusu’nda bırakıp bırakıp soluklanırmış vefa semtinin hayal köşesinde. Sana şimdi bir reçete yazayım ama onu harfiyen uygulayacaksın. Senin derdinin çaresi bundadır vesselam! Yoksa yoktur derdine derman.Ve sonun başlangıcına kadardır süren.
Bir…. Hayatta, insanlardan değil Hak’tan bekleyeceksin. İnsanlardan beklediklerin fani olana açılır Hak ise baki olana. Dünya meğer bir zindanmış sana. Fani olana dair zihnindeki tüm beklentileri temiz bir bohçaya saracaksın ve götürüp Kızıldeniz’e atacaksın. Ölü giysilerini fakir fukaraya dağıtır gibi dağıtacaksın beklentilerini. Sevdiklerim gelmemiş diye boşuna yakınır, üzülürsün be hamuş! Bu beklemenin sonu yok bilmez misin? Sevdiklerin kim ola ki? Kentine gelmiyorsa tüm yolları açana el aç. O her davete icap eder. Ve senin gönlün o zaman bir sultanı ağırlamaya hazır mı ona bak sen… O gönül tahtına oturttuğun, sırça köşkünde sakladığın güzeller emin ol gerçek güzellik karşısında bir bir solacak. O sinende saklı bıçak yaralarına merhem olacak. O zaman bir başka esecek rüzgar; karanlık çökünce huzur, mutluluğu elinden tutup getirecek sana. Anlık başın dönecek gözün de görmez olacak… Ama âmâ gönlün alışacak nura. Çektiğin hasret de gelecek sona. Bir menekşe, bir papatya, bir de gelincik ekledim çayına. Mütevazılık, saflık ve nezaket akacak damarlarında. Önce solacaksın sonra için yanacak… Sen bu üçünü içtikçe ayazları duymayacaksın. Bu hayat yormadı seni. Sen bir nefeslik hayatı bin ah’la doldurup yordun. Bir yıldız kayarken dağlara, taşlara bakacaksın. Canının yangısı da geçecek.
Son olarak insanoğluna kendini beğendirme kaygısının ayağına taş bağlayıp en derin denize atacaksın. Çünkü kusur arayan göz muhakkak bulur. “Armudun sapı üzümün çöpü” diyen diller elbette kaşının karasında da gözünün elasında da bir noksanlık bulur. Halbuki eksiklikte bile bir güzellik olduğunu haykıran Hakk’ı anlamak için “gamze”ye bak. Ve her eksiklik aslında bir başka zenginlik…Kalbin yerindeyse anlarsın dediklerimi. Bu, kendini beğendirme çabanı ruhunu besleme çabasına döndüreceksin. Anlayacağın ters yüz edeceksin kendini.Yani ey dertli içini dışına çevireceksin , gözlerinle değil kalbinle bakacaksın. Gözyaşınla sulanacak kalbinin toprağı. İşte o zaman, çok değil üç vakte kadar, huzur; mutluluğu elinden tutup sana getirmiş olacak. Ey dili durmayan laf cambazı! “Söz uçar,yazı kalır.” bilmez misin! O zaman bu söylediklerimi iyice yaz ki kiminin kulağında kalsın, kiminin gönlünde…
Bunca zaman niye sarılamadık ki mutluluğa? Ya edebimizden ya kıyametimizden…
“Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme, artık neye yarar? ”
N.Fazıl KISAKÜREK