Ne tellal gibi çırpınıp duruyorsun biçare! Kalem uğruna, görmez misin olmuşsun avare! Geçmedi kimseye bunca sözün işte, gel şimdi bir kara yazı da benden dinle. Ben seni anlarım, sen de beni anla! Yüküm, gördüm ki sana eş… Kalemin ise bana demkeş… Şimdi gel de bir kara yazı da benden dinle, bu gece… Yürü, gidelim benim diyara beraberce.
Ben Vahşi! Habeşistanlı bir köle… O yâre gönlümü verdiğimden bu yana her anım geçti böyle nedametle… Yâr, benden kaçar oldu. Yağmur yakar oldu, mescitler nâlelerimden soldu. Var mı böyle bir keder, bak her şeyden yüce. Yok mu bana da bir çare!
Hamza, vaat edilen özgürlüktü bana! Nereden bilebilirdim bir ömür tutsak olacağımı Uhud’da.. Ah, Ebu Süfyan’ın karısı! Ah, dili kuruyasıca! Döktü önüme onca dünyalık lira… Ben Vahşi! Habeşistanlı bir köle… Oldum tüm vaatlere gebe. Meğerse kendi gönlümü öldürmekmiş girdiğim o muharebe. Her yerde bir debdebe, bir debdebe… Ben avcı…. Hz Hamza! Av… Ey Hamza, yârimin iki gözü… İşte, bir kayanın arkasında. Bir elimde mızrak… Yolunu hiç şaşırmayan mızrak, bir kere şaşırsaydın yolunu n’ola! Nasıl kıydım ben ona? Sendeki kalem değiştirdi alın yazını, bende de mızrak yazdı kara yazımı. Dur daha, sükutunu çıkarma üzerinden… Bugün konuşma sırası bende, çünkü efsunlu kalemin benim elimde. Nerede kalmıştım? Yetmedi vahşiliğim, avucumdaydı Hamza’nın organları. Ne bir damla kan aktı yere ne de bir ah çıktı göğe!
Kalemi, Vahşi’nin aldığından beri ağlarım onunla için için… Ey Vahşi bunca kedere nasıl dayandı için. Yaran çok derin, aynı kalem gibi kalmışsın bitkin…
“Kim tövbe edip iyi davranışlarda bulunursa şüphesiz o kişi tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner” (el-Furkān 25/71)
Mescidi Nebevi’de buldum bir kendimi. Ve o bana hami. Ben ona artık rami. Ah, bir bakışı için köşe başlarını ezberlediğim yârim… Günahıma var mı bir af! Dilinden dökülecek bir sözcük için elleri kana, ömrü günaha bulaşmış Vahşi’n; her köşe başını tutmuş bekliyor işte. Ben bu günaha, seni tanıdıktan sonra aldığım her nefeste, yorgun kalbimle tövbe ettim iki gözüm. O bakışlarından bir ok at da ben de vereyim canımı günahım uğruna. Sen kaçtın, ben kaçamadım ki iki gözüm! Beni görünce bir hüzün çöktü gül yüzüne. Kaldı adım sayfalarda, hüzün yılında. O hüzün, ateşim oldu ey iki gözüm! Nasıl bir kaderdi benim ki Allah’ım? Günah ile tövbe arasında… Her gün iki gözümün karşısında. Ben Vahşi, ben günahkâr, ben aşık… İsmimi çağırmazsın, susarsın, sesine hasretim… Böyleymiş kara yazım, sanadır zaafım… Gülüşünün bayrağını göklerden indirdiğim için benim de yerde süründü yüzüm. Mescit köşelerinde, kalmadı halim gül kokulum… Gözlerime bir bak da cenneti bulayım. Ah yüreğim, ah yüreğim bitsin bu mezalim! Vahşi’ydim, kalmadı halim! Ey Hakim, ben sana teslim! Ben ki iki gözüme karşı en büyük mücrim. Çiçekler açsın gayrı, bahar gelsin yüreğime… Yolda kalan bakışlarımın elinden tutsun gayrı iki gözüm. Ben Vahşi, ben günahkâr, ben gördüğünüz en büyük tövbekâr…
Daha yazamayacağım, al kalemini biçare! Yeter artık yaramı deşme… Beni yazdın ya… Günahımı bilme…Tövbemi de övme… Böyleymiş işte benim kara yazım… Bir Vahşi vardı, de… Adı Vahşi’ydi ama yüreğindeki keder öyle yüceydi, de… “Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin, çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O çok bağışlayan, çok esirgeyendir” (ez-Zümer 39/53) emrine sarılır uyur, de!
Kalemi, Vahşi’nin bıraktığından beri ağlarım onun haline için için… Ey Vahşi, bunca kedere nasıl dayandı için! Yaran çok derin, aynı kalem gibi kalmışsın bitkin… Artık susalım beraberce ve teslim olalım yola kalenderce…