“Edebiyatı seviniz. Zira edebiyat, hayatı keşfetmenin en kestirme yoludur.”
Celladımın imkansızlıklar denizinin ortasındaki bir adaya beni sürgüne bıraktığından beri kaç zaman geçti hatırlamıyorum. Suçumu alnıma damgalamış, üzerine de kül serpmişti. Ne canım yandı ne gözümden yaş aktı. Aşıklar şehrinin sokaklarını, meczuplardan temizliyorlarmış. Hiç mümkün mü bu ey şaşkın! Tüm meczuplar cellatlarına teslim olmuş bile! Toprak beni bağrına bassaydı da görmeseydim bu merhametsizliği! Bir sandalda kalem, celladım ve ben… Yol alıyoruz parlak yıldızlı bir gecede. Ve hiç bitmesini istemediğim bir yolculuk… Keşke kaybolsak üçümüz bu imkansızlıklar denizinde!
Celladımın yüzünün yorgun kıvrımlarından abı hayat akıyor, kana kana içiyor gözlerim. Bırak beni, diyeceğim ama kim celladından kaçabilmiş ki? Kalem, sus pus olmuş bir köşede oturuyor. Şu sürgünün sebebi biliyor ki hep kendi çığırtkanlığı. Ben boynu bükük bir garibim, diyorum. Meğerse kalemle gezdiğimi görenler olmuş… Meczupluk bana da bulaşmışmış. Gülüyorum , acaba kimden kime bulaştı diye! Halbuki sinedeki yarayı ilk anlayan kalem olmuştu. Ve neşter vurdukça yaraya aklının sınırları zorlanmıştı. Gülüyorum , acaba kimden kime bulaştı bu meczupluk diye! Kalem beni anlıyor ve sandalın bir köşesinde o da gülüyor, diğer bir köşede ben… Cellat, biçare kalemin ağzını bağlayarak ilhamını söküp denize boşaltıyor. Kıvranıyor sancıdan kalem, iki büklüm oluyor. Bakıyorum gözlerinin içine celladımın ama bize bahşettiği ne bir merhamet emaresi var ne de bir umut ışığı… Sanma ki ey cellat zalim olandan hiç hesap sorulmaz! Bu yolculuk bana ceza değil hediye biliyorum! Celladıma Kharoon’un hikâyesini anlatıyorum.
“Bir yüreğim var, bakma öyle cerahatli olduğuna, içindeki süveyda özü her kapıyı açar. Al onu ve beni şu bahsedilen özgür diyara bırak.” diyorum. O da mahzunlaşıyor bir anda, gözleri dalıyor uzaklara. İşte o zaman anlıyorum onun da eski meczuplardan olduğunu. Merak ediyorum hikayesini ama sormuyorum! Ama o yorgun yüzün tüm çizgilerini gözlerimle ezberliyorum. Yolun sonu görünüyor nihayetinde ama ondaki sükut bozulmuyor, merhametinin yüreği atmıyor! Önce kalemi çözüp indiriyor sandaldan. Sonra beni. Ellerim çözülmüşken bastırıyorum ellerimle yüreğime ve öylece geliveriyor cerahatli yürek avuçlarıma. Uzatıyorum celladıma. Şaşırıyor, inanmıyor, görmezden geliyor yüreğimi.
“Zaten bu sürgüne de sebep bu değil mi? Bu sürgünde benim işime yaramaz ki ama ondaki süveydada yatan öz senin için her kapıyı açar.” diyorum. Cellat, hiç ağlar mı boynunu vurduğu aşıklara? Ağlıyor ve gözyaşları bir güvercin çiziyor yüzünde. Merhametinin kalbi atmaya başlıyor. Utanıyorum, bizi burada böyle bırakma diye yalvarmaya! Alıyor yüreğimi. Sonra eğilip kulağıma fısıldıyor “Buradan kurtulmanın tek yolu var ‘ ESTAĞFİRULLAH’ a sarıl!” ve gidiyor ardına bakmadan.
Celladımın imkansızlıklar denizinin ortasındaki bir adaya beni sürgüne bıraktığından beri kaç zaman geçti hatırlamıyorum. Ama o günden beri inciden bir tespih takıldı kalemin boynuna. İmamesi düştü uzandığımız kıyının üzerine. “Allâh’tan (c.c) af ve mağfiret dilerim.” Yaz kalem, bu sırrı unutmadan her yere ! Bu sürgün bir hediyeydi benle kaleme! Neden mi? Yüreğin yerine acıyı dindirsin diye koyduğum taş yumuşadı bu tılsımla ve şimdi bir güvercin kalbi gibi titriyor. İnanıyorum, bir gün uçacağız bu diyardan bu tılsımla. Ve ereceğiz o kutlu bahara. Ey yorgun celladım, işte o gün seni tekrar bulacağım! Ve seni, üzerine sinen süveyda özünden tanıyacağım…!
Evet, sevgili okurlarım bir hikâyenin daha sonuna geldik. Ardımıza baktığımızda kırk kapıdan geçmişiz. Bunca yola, yoldaş olduğunuz için kalem sizlere müteşekkir… Umarız edebiyatın kapısını bir nebze de olsa gönül dünyanızda aralamayı başarabilmişizdir!