Vuslatı aradım bugün düzde, bayırda, suskun sokaklarda. Tutuşan sözcüklere yalvardım, gelmedi; gündüzün her anını kovaladım, durmadı. Bugün esen rüzgar, düşen yaprak, gezen ayaklar aradı hep seni Sultanım…
Medine’nin gülünü aradı karış karış her sokak başında. Yaktı hasret yüreği, nar çiçeğine döndü yürek. Yıldızlar yağınca yaldızlandı mürekkep. Yalvardım sözcüklere aşkla. Alemlere rahmet olarak gönderilen bir güzelliği anlatmayı nasıl göze alsınlardı? Titrediler acizlikten. Bir aşk ateşinde yakıldılar af dileye dileye. Dönünce kalem rızayı İlahi uğruna aşk mürekkebine daldı. Günahlarından arınmayı diledi aşk mürekkebinde. Nefsin kör boyası soyuldu kalemin yüzünden. Sonra ebabiller uçtu kalemin üzerinden. Ve boynu bükük, içi yanmış sözcükler döküldü kalemin önüne kara kara.
Sevgili, dedi.Vuslatını sunsan ya ey Sevgili. Kapının önünde el açıp bekleyen bunca hasretliye gelseydin ya ey Sevgili.Rüyalarımızı bile hasretinle yaktın ya! Değildik belki asr-ı saadet gibi.Ama seni hayran hayran bekleyen gözlerimiz, senin adını duyduğunda çırpınan yüreklerimiz vardı.Sokaklarımız belki senin geçeceğin kadar halisane değildi ama senin nefesini duyunca gözyaşı dinecek yetimler, açlığını unutacak garibanlar vardı. Senin varlığının lafzıyla dili dönen kalpler bekliyor vuslatı Sultan’ım.Her gün, beş vakitte ezan-ı Muhammediyle adın kainatın kulaklarında müjdeyle dağılırken asırlar ötesinden gelen “Ah keşke bana doğru, havuza gelen kardeşlerimi bir görsem de, içlerinde şerbetler olan kaselerle onları karşılasam. Cennete girmeden önce, onlara (Kevser) havuzumdan içirsem.”müjdesiyle vuslatın hayali bile sarhoş ediyor bu biçare kalemi.
İşte o gece Sultanım! Tüm kainatı varlığınla şereflendirdin. Biz ki asırlar ötesinde hakikatinin varlığıyla nefes alıyoruz. Tüm kainat, sana pervane iken ben neredeyim diyenler, seni görmeden sana seslenenler var Sultanım! Secdede gizli gizli hasretini yoluna ışık yapanlar var! Hatice gibi seni aşkla ananlar, Bekir gibi sana dost olanlar var ey Sevgili! Belki Nur Dağ’ı gibi değil dağlarımız ama senin adını her duyduğunda yağmuru indiren sevgi dağlarımız var. Hepsi senin kardeşlerin, vuslat zamanı alnından ellerinden tanıyacağın kardeşlerin ey Sevgili! Şimdi asırlar ötesinde yine o gece ve her gece gibi hasretin yağıyor gökten. Avuçlarımıza yağıyor hasretin. Bir gölge, bir bulut, bir örümcek, bir çift güvercin olamadık belki. Ama asırlar ötesine seslendiğin ve “Onlar kardeşlerim!” dediğin o muştulu cümlelerin dindiriyor hasretimizi bir nebze. Öylece tutunduk senin hakikatine ve bekliyoruz o büyülü kapının önünde yine. Arafat’tan süzülen İbrahim’in alnında parlayan o Nur’unu Mekke kucakladı, bir küçük bulutun gölgesinde Rahip Bahira’nın gözlerinde belirdi Nur’un. İşte o gece Sultan’ım sevindi yedi kat gök ile arz. Aşk indi o gece yeryüzüne rahmetle.Ve kainat aşkı öğrendi senden Sultanım !
Ey aşka düşmüşlerin sığınağı, seccadeye dökülen iniltiler çalar kapını. Nazarını celp etmek için tutuşan bu kalemin yanışı rahmet pınarından bir tutam içmek için. Binlerce salatu selam olsun alemlere rahmet olarak gönderilen güllerin efendisine.Asırlar ötesinden çektiğimiz hasreti günü gelince vuslata çevir. Bakışlarına bir dem değsin gözlerimiz ki hakiki suyla tanışsın gözlerimiz. İşte asırlar ötesinden yine o gece … Ağaçlar, sokaklar, dağlar, taşlar ve yıldızlar hasretle aşkla yanıyorlar. Muhammed Mustafa diyerek kalplerine vuslatın hayalini çağırıyorlar. Dilimize, gözlerimize ve kalbimize o iki cihan Güneş’i ile vuslatı ihsan eyle ey aşka düşmüşlerin sığınağı…