Çit kuşları maviye boyadı arkalarındaki nar ağacını. Bir kız çocuğu uyandı sessizliğin ortasında, dilinde tek hece yan yana, bir yangınla… Tek hece yan yana, koştu kızın yanına ve uyuttu onu sessiz ninnilerle. Ve gitti sessizce başı dumanlı dağlara. Tek hece yan yananın hâli bir hâl etti kaleme. “Gel, başı dumanlı dağlarda oturalım yürek yanım, solgun sayfam! Boğazım düğüm düğüm oldu tek hece yan yana ‘ba-ba’nın haline.” dedi kalem, gönül sayfasına. Bükülmüş beline sardı gönül sayfasını ve düştüler tek hece yan yananın ardından başı dumanlı dağların yoluna. Akıllara durgunluk verdi gördükleri manzara. Gelmişlerdi işte bir baba ocağına. Solgun sayfa, koşup sarılmak istedi gönlündeki babanın boynuna… Başı dumanlı dağlar, baba ocağı…
Tek hece yan yana; çıkardı üzerindeki can gömleğini ve bıraktı para, fikir, yiğit, dert, devlet gömleklerinin arasına. Oturdu bir kayabaşına alıp aklını karşısına. Yaşayamadıklarını yaşatamadığından ötürü sorguya çekiyordu aklını. Gün ağarıyordu. Yine çıkacaktı başka bir yolculuğa. Yine herkesin gözüne bırakacaktı bir intiba. Konuşmaya başladı aklıyla.
Babayiğit oldum; fikir babası, para babası, dert babası oldum ama en çok da babacan olup bir çadıra direk durunca adımı duydum. Onca göz baktı gözümün içine, ellerime… Onlar içindi varlığım adeta. Korktum hem de çoook! Ben yandım ocağımdaki ateş sönmesin diye… Ne bir dumanım tüttü ne de bir ahım duyuldu. Tek hece yan yanaydım, babaydım… Dik duracaktım, güçlü olacaktım, yüreğimi kelepçeleyip ağlamayacaktım. Ezberlemiştim daha yolun başında bunları. Çok kolaydı. Aklımı büyütüp duygularımı da küçültecektim. Ama hakikat öyle miydi? Önce zihnim ağırlaştı sonra dağlarıma kuşlar konmaz oldu. Sustum, en son duyan oldum ama hep durdum o ocakta. Gölge gibi… İmtihan gibi… Her zaman döngüsünde, en ağır yollardan geçtim; suçlandım da yine de ses etmedim. Evladımı gözyaşıyla diri diri toprağa gömdürülürken kurban seçilmiştim bir zaman. O dehşet anının gözümden gitmeyeceğini, ruhumda açtığı yaranın iyileşmeyeceğini bile bile kurban oldum. Gözleri boyamıştım ama kendi gözlerimi kör etmiştim ağlamaktan. Adım “en acılı baba” olmuştu o zaman. Ecel, evlatlarımı benden önce toprağa tek tek yatırınca adıma “en sabırlı baba” dediler. Sevip de sevememek, yüreği yanarken ağlayamamak ne demek onu da öğrendim. En güzel babanın Fatıma’sını öyle sevdiğini görünce yeniden doğdum. Babalığı gördüm; yaşadım. Yuvamın huzuru, cenneti bahşetti gönlüme… Ah zaman! Yine bırakmadı yakamı. Gücüme güvendim. Gücümün üstündeki gücü unutunca sonbahardaki yaprak misali teker teker döküldü adımın anlamları da. Varlığımın geriye kalan somut yanını görünce eridim.
Gün ağarmakta… Aklım paylanmakta… Yüreğim derin, kör bir kuyuda uyumakta. Ben de kaybolanlar mı? Bulacağım zamanın sayfaları arasında. Anladım ki bir baba, yuvasına yürek oldukça hayatta… Kalbim de biliyorum ki emanetlerim için atmakta.
Bir kız çocuğu uyandı sessizliğin ortasında, dilinde tek hece yan yana, bir yangınla… Tek hece yan yana, koştu kızın yanına ve uyuttu onu sessiz ninnilerle. Ve yol aldı sessizce başı dumanlı dağlara. Ardından seslendi kız çocuğu “Baba! Babam! Gitme”…
BABAM en özlediğim kelime yıllardır kullanamadığım hasret kaldığım…