Dünyanın yükünü sırtlamış kızıl bir akşam vakti, yürüyor guruba doğru. Kalem batıyor yavaş yavaş kader mürekkebine. Ölü bir ruhta saklanmış yaşadığını sanan kimi bedenler.Sayfa bendehane, kalem bekler kapısında halisane.O bedende dönüp duran ruhlar acizane.Ve hayat yine bir hayalhane…Yürüyoruz…
Hey sen, kale’min hizmetkarı! Al bu fermanı, kale’min karşısında duran şu virane kaleye ilet.İlet ki direnmesin, itaat etsin gücüme.Yoksa tüm ordumla yürüyeceğim üstüne. Ezeli bir savaşı bitirip onu eyleyeceğim biçare.Virane bir kale nasıl dayanır ki benim ihtişamım, vaat ettiklerim karşısında? Belli ki bir meczup oturur orada.
Üstad ne söyler bu nefs-i emmare ülkesinin sultanı, ulak eyler beni nefs-i kamile. Ne Araf’a mı geldik şu an? Demek yolculuğumuzda en sancılı savaşa şahit yazılmak da varmış üstad. Metruk bir kale gibi görünür şu virane. Sefil ve kimsesiz. Karşısında şaşalı bir sultan. Aklıma sığmadı ki gördüklerim üstad!Şu virane, teslim olsa ya nefs-i emmareye. İleteyim de şu fermanı, çıkalım Araf Tepesi’ne üstadım. Bu savaşı akılda tutalım, kalbe yazalım, yolda gördüklerimize anlatalım olmaz mı?
İşte nefs-i emmare topladı tüm zenginliğini.Gözlerindeki ateş büyüdükçe büyüdü ve teker teker yolladı en sadık hizmetkarlarını viraneye.İlk önce Uçuk Aşk kendinden emin adımlarla vardı viraneye. SABIR kapısından girince Uçuk Aşk’tan ne bir iz ne bir haber kaldı geriye. Bu sefer Hastalık ve Açlık emindi kendinden. Uçuk Aşk’ın fethedemediği kaleyi kendileri fethedecekti. Öyle garipti ki cisimleri bir o kadar da ürkütücü. Ki karşısında boyun eğmeye hazır olurdu onları gören her nefs. Hastalık ve Açlık da girince SABIR kapısından gözden kayboldular.Ağzım açık kaldı Araf Tepesi’nde. Üstadımın gölgesine sığındım.Olanlara onun şaşırmamasına ben şaşırdım.İşaret parmağını dudaklarına götürdü ve sessizlikle dudaklarımı mühürletti.Sabır kapısından girenler geri dönmedi. Ölüm dahi… Nefs-i emmare sultanı hiddetlendikçe hiddetlendi ama karşısındaki virane kale sessizliğini bozmadı. Ne bir ateş görüldü ne de bir duman dışarıdan. Oysaki açlık, hastalık, aşk , ölüm nefs-i emmarenin en güvendikleriydi. Elinde Zenginlik vardı. Kimse onun gücüne dayanamazdı. Ama tembihledi ona Sabır kapısından girmemesi için. O da ŞÜKÜR kapısından girdi yanındaki mal mülk ile ve girer girmez küçüldü, kayboldu gözden. O koskoca Zenginlik, Şükür kapısında nasıl da eridi.Nefsin besleyip büyüttüğü tüm ordu işte yok oldu gözlerimizin önünde.İskender’in o muazzam aynasının da hükmü yitti.
Ey viranede oturan meczup, gücünü nereden alırsın ki böyle seni kuşatanlar eriyip yok olmada.Ömrün kışlar gibi olması gerekirken sonsuz baharlarla kucaklaşıyorsun bu viranede.Sır o viranedeydi.Araf’tan inip yaklaştık nefs-i kamileye.Yaklaştıkça misk ü anber soludu kalbimiz.Önde üstadım arkada ben. Korkudan, heyecandan titredi eller ve sırtımdaki kelimeler. Bekleyince önünde kalenin, açıldı bize KANAAT kapısı.Ve o muazzam kapının önünde biz küçücüktük. Dışarıdan virane görünürken içeride sedeften duvarlar , inciden merdivenler…Her viranede bir hazine saklıymış demek ki üstadım! Yüreğimden tut beni, yoksa burada kalacağım daim. Baksana SABIR, ŞÜKÜR kapısından giren nefs-i emmarenin onca askeri şu istiridye içine hapsedilmiş.Uçuk Aşk, Hastalık, Açlık, Zenginlik, Mal Mülk herkeste günaha batmış ama burada istiridye içinde inciye dönüşmüş.
Yanıldım yine değil mi üstadım? Görünenle görünmeyenden yana…Kaybettiğimizi ne zaman bulacağız üstadım?Sen yeter ki kale’mi terk etme.Ateşte yürüsem de sabrın,şükrün, kanaatin gücünü gördüm bugün.Ve heybeme doldurdum onları. Tozlarını da mürekkebime ekledim.Şimdi yüreğim, kuşlar gibi üstadım. Yeniden doğdum… Devam diyor musun ?…