serin bir rüyanın hatırınadır
çektiğim dünya ağrısı.
bir hayalden geldim ben,
bir hayal verdim sana,
mavi-yeşil bir hatıra: işte dünya
ruhum! ovada sert es, yamaçta sus,
ırmakta ağla.
işte dünya kapısı, işte dünya kederi
ister dağının gölgesinde dur,
ister incirin neşesine vur
ağrı kendine ve tamamla. (Birhan KESKİN)
Sokak lambaları ölgün ışıklarıyla karanlığa direnirken ay küçüldükçe küçülüyor.Ve bir yay gibi bükülünce de elinden tuttuğu bir yıldızla uzaklaşıyor dağların ardına doğru. Geride bıraktığı sessizlik bir çarşaf gibi seriliyor şehrin üstüne. Kapılar kapalı… Ama hayaller pencerelerden dışarıya sızıyor. Bir kadın önce omzunu yaslıyor pencereye sonra da başını. Bir çocuk taze parmaklarıyla hayaller çiziyor. Bir ihtiyar, geçen yıllarını arıyor penceresinde.Bir baba yıkıntılar arasında dolaşıyor. Bir bebek ağlıyor, bir delikanlı aşkının suretini harflerle çiziyor. Bir yolcu yollarla uzuyor. Yavaş yavaş tüm gözler üstüne kirpiklerini çekiyor. Uyku hakimiyetini ilan ediyor tüm kapılarla pencereleri esir alarak. Bir hastalarla dertlileri hor görüyor, almıyor ülkesine. Kadın, çocuk, ihtiyar, baba, yolcu ve bebek çoktan uykunun değişmen kentinde.Ve heybelerinde ne getirmişlerse onlarla geziniyorlar uyku diyarında.
Bir gece yarısı, rüyalar kaçış kaçış sokaklarda. Hastalarla dertliler yalvarmakta içeri alınmanın ümidiyle bekledikleri kapının önünde. Şehir uykuda, kapılar uykuda ve tüm nefesler yarı ölümün kucağında mest. Sanki şehir bir rüyada. Rüyalar biçiliyor bir gece yarısı. Bir sarhoş uyanık bir de aç köpekler şahit oluyor ruhların rüyalarla gezdiğine.. Sarhoş esrikliğine veriyor gördüğü manzarayı. Rüya, kadına özlediği vefayı getiriyor.Ona bembeyaz elbiseler giydiriyor ve uçuruyor yıldızlara. Uçtuğuna inanamıyor.Özlediği anasını, babasını görüyor. Sarı dağ başlarında geziyor, çiçekler topluyor. Çocuk rüya ile buluşunca o vitrinde gördüğü mavi otomobili alıyor. Bir elinde mavi otomobili bir elinde elma şekeri koşuyor en sevdiği parka. Delikanlı, kırda bir ağacın altında sevdiğinin dizinde yatıyor ve gözlerini onun gözlerinden ayırmak istemiyor. Rüya olduğunu sanki biliyor ama bu rüyadan hiç uyanmak istemiyor. Rüya, babanın nefesine çöküyor. Uçurumdan bağıra bağıra düşüyor, başından akan kanlar kayalarda bir şeyler yazarak akıyor.Tekrar uçurumun başında buluyor kendini ve tekrarlanıyor korkunç bir film gibi. Bir hırçın benlik yapışıyor yakasına , kalp atışları hızlanıyor rüyasında.İhtiyar, gençlik iksirinden içiyor rüyasında ve yirmi beşinde ayakları onu her yere götürüyor.Tüm beden ağrısı rüyanın dışında kalıyor.Yolcu varacağı şehri görüyor rüyasında daha varmadan.Ve bir bakıyor ki geride bıraktıkları da gelmiş arkasından. Hepsi yolun bittiği yerde mutlu ve umutlu.
Ah, sen nesin ey rüya! Bir nimet bir külfet belki bir kaçış… Üç beş saniyelik bir zamana koca bir ömrü sığdıran sen misin ey rüya! Sevenleri kavuşturan, özlemleri bitiren, uzakları yakın eden, haksız vicdanları huzursuz eden sensin değil mi? Heybemde bir avuç gülüş ve duayla geldim uykunun kapısına. Rüya istedim, Yakup gibi… Rüya diledim Züleyha gibi… Rüya bekledim Yusuf gibi. Rüya ..Rüya..Ahmet Hamdi gibi hapsoldu kalem o muamma rüyada. Uyanık mıyım, uykuda mıyım, gördüğüm yaşadığım bir rüya mı bilinmezlikteyim. Ey Mevla! Bu hayat bir rüyaysa gönül aslolana uyanmak ister ve Zül Celali vel İkram’dan gayrısını rüyanın içine hapsetmek.
Bir gece yarısı, rüyalar kaçış kaçış sokaklarda. Bir sarhoş uyanık bir de aç köpekler … Şahit oluyorlar ruhların rüyalarla gezdiğine…Bir de mürekkebi kan kokan kalem görüyor rüyayı sokaklarda, ruhları koluna takıp takıp gezdirdiğini seyrediyor gecenin puslu penceresinden. Ve bir kırık rüya, güneş ışıklarıyla ufkun başını okşarken kalemin koluna giriyor arzuhalini dinlemek için… Bir kalem, bir kırık rüya yürüyor şehrin uyanık sokaklarında birbirine yoldaş.